YİRMİBİRİNCİ YÜZYILDA EĞİTİM NASIL OLMALIDIR?

Yönetici 1 Haziran 2017 Yorum yapılmamış

YİRMİBİRİNCİ YÜZYILDA EĞİTİM NASIL OLMALIDIR?

PROF. DR. YASİN CEYLAN
ODTÜ

YİRMİBİRİNCİ YÜZYILDA EĞİTİM NASIL OLMALIDIR ?

Özet
Küreselleşme ile birlikte ulus devleti meşru kılan teorik değerler sorgulanmaya başlanmış, soğuk savaşın
sona ermesiyle de, ideolojiler arası düşmanlıklar anlamını yitirmiştir. Yirminci asırda mevcut olan hemen bütün
ulusların eğitim sistemlerinde, milliyet, din farkı, coğrafi farklılıklar karşılıklı olumsuz tavırlara sebep olmuş,
ulusal kütlelerde düşman uluslar konusu, ulusların birlik ve bütünlüğü için vazgeçilmez bir unsur olmuştur. Yeni
nesillere, birikmiş mevcut bilgiyi aktarma ve ahlaki değerleri yerleştirme gibi temel misyonu olan eğitim ve
öğretim kurumla, bunun yanında, diğer milletleri ve farklı dinlerdeki insanları sevmeme, hatta onlardan nefret
etme görevini de üstlenmiştir. Bu düşmanca yaklaşımı, tarih kitaplarında ve sosyal bilimlerin bazı kollarında
görmek mümkündür. Ancak, ulus kültürünün, kendisinden olmayanı dışlama ve sevmeme doğması, bütün insanlığa zarar verdiği gibi ulusun kendisine de fayda vermemiştir. Gönüllere zerk edilen nefret duygusu, bu sefer kendisine
dönmüş, bir ulus içindeki farklı din ve etnisiteler arası düşmanlığa dönüşmüştür. çünkü kin ve nefreti meşru kılan
bir eğitim şekli, bu duyguların, bir şekilde, doyum için su yüzüne çıkması gerektiğini tahmin etmeliydi. Ulusal
devletler, düşman milletler için tezgahladıkları bu irrasyonal dürtülerin bizzat kendilerine zarar verdiklerini
görünce, bunu telafi için başka bir yanlışı işlemişlerdir. Bu sefer, farklılıkların aslında yüzeysel olduğunu iddia
etmişler, mesela farklı etnisitelerin varlığını kabul etmek yerine, bu etnisitelerin bir ana ırkın kolları olduğunu
ileri sürmüşlerdir. Ne var ki, bu iddiaya kendileri de inanmamışlardır. Neticede, farklı aidiyetlerin bir arada
yaşamaları için elzem olan tolerans ve hoşgörü ortadan kaybolmuş, aynı topraklarda yasayan insanlar birbirine
düşman edilmiştir. Bunun dışında, ulus devlet kültürü, milli kahramanlar yaratmış, bunlara insanüstü nitelikler yakıştırarak, yeni nesillerin bilinçleri üzerinde çekilmez bir sıklet bırakmıştır. Vatan, bayrak gibi kavramları fetiş simgeler haline getirerek, insanın kıymetini düşürmüş, insan mutluluğunu beşeriyetin ana hedefi olmaktan çıkarmıştır. İnsanı, kendi ürünü olan değerlere feda etmek suretiyle, insana yapılabilecek en büyük kötülüğü yapmıştır. Ulus devlet kültüründen kaynaklanan bu patolojik eğitim modelinden kurtulmak için, yeryüzündeki
kıtaların ve her tür milletin birbirine yaklaştığı çağımızda, aidiyet anlayışımızda köklü bir değişikliğe gitmemiz
gerekmektedir. Irksal, dinsel, kültürel ve coğrafi aidiyetlerin vurgulanmasının, insanlar arasında kin ve nefrete
yol açtığı artık bir vakıadır. Yerkürede var olan tüm beşeriyetin, barış içinde ve kardeşçe yaşaması amaç ise,
insan merkezli bir eğitim projesinin bütün kültürlerde benimsenmesi şarttır. Bu insan, ırkı, dini yeri ne olursa
olsun kıymetini koruyan insandır ve daima merkezdedir. Böyle bir dünya görüşünde dinsel, ulusal ve mahalli
değerler yerine hümanist global değerler esastır. İnsanın esas aidiyeti ise bu değerlere bağlılıktadır.

İdeal bir eğitim, zamanının gereklerini yerine getiren eğitimdir. Yirmi birinci asra
girerken, bir önceki asırda egemen olan birçok sosyal değer önemini yitirmiş, onların yerini
yeni değerler almıştır. Bu değerlerin ne olduklarını belirtmeden önce, eğitimde temel olan
fen ve sosyal bilimlerin ne şekilde verilmesi gerektiği üzerinde duralım:

Eğitim sisteminin çeşitli seviyelerinde fen eğitiminin en etkin biçimde nasıl verilebildiği başlı başına büyük
bir sorundur. Fen bilimleri genelde, doğayı anlamak ve sayısal olarak ölçmek olduğundan,
bu tür bir eğitimde, kültür farkları fazla bir önem arz etmez. Yani Amerika’da veya Uzak
Doğudaki bir ülkede, fen bilgisinin en verimli şekilde aktarıldığı bir metot, Türkiye’de
de uygulanabilir. Mesela, eğitim sistemimizde, matematik ve fizik öğretiminde, ağırlıklı
olarak uygulanan ezberletme yöntemi, diğer ülkelerde uygulanan metotlarla karşılaştırılıp
değiştirilebilir. Çünkü analitik bir kavrayışla formülleri anlamayıp ezberleyerek hafızada
tutan öğrenci, konuyu anlamamıştır. Aynı formülü başka bir problemde kullanmakta zorluk
çeker. Hâlbuki her formülün gerisindeki gizemli gibi görünen orantılar, açıklığa kavuşturulup
öğrenciye takdim edilirse, öğrenci, konuyu temelinden öğrenir, bildiğini de defalarca
tekrarlamaya gerek duymaz. Hem bu şekilde verilen analitik öğretme metodu, öğrencinin
zihnen gelişmesini sağlayacaktır.

Eğitim sorununun diğer ayağı olan beşeri bilimlerin öğretimine gelince, asıl burada
söylenecek sözlerim var. Edebiyat, sosyoloji, tarih ve felsefe gibi disiplinler, öğrencinin dünya

görüşünü oluşturan öğelerdir. Birçok etik ve sosyal değer bu bilimler yoluyla öğrenciye
aktarılır. Öğrenci doğaya, insanlara, olaylara ve hatta matematik, fizik ve astronomi gibi
fen bilgilerine, beşeri bilimlerden aldığı ölçülerle bakar. Bir eğitim modelinde hedef olarak
belirlenen ideal birey, bu bilgilerin veriliş metoduyla ilgilidir. Eğitimi alan öğrenci, verilen
bilgilerin aktarılış şekline göre ya katı, bağnaz ve bağımlı olur veya esnek,

yeni ve farklı bilgileri kabule yatkın, bağımsız bir kişilik olarak yetişir.
Eğitimde her şeyden önce öğrencinin bilincine ve muhakeme gücüne güvenilmelidir.
Öğrencinin, hocasının aklıyla düşünmesini engellemek gerekir. Sosyal bilimlerde yüzde
yüz doğrular olmadığı için, öğrenciye verilen bilgilerde öğrencinin şüphe edip bu bilgiyi
sorgulaması doğaldır. Buna müsaade etmek gerekir. Bilgi alışverişinde şüpheye işlerlik
kazandırılması, bilginin doğmaya dönüşmemesi için kaçınılmaz bir husustur. Aksi halde bu
bilgiler, mutlak bilgiler olarak algılanır. Bu durum, ileride, bu alandaki yeni bilgilere kapalı
kalacağı gibi, kendisi gibi düşünmeyenleri yanlış yolda görür. Böyle düşünen bireylerden
oluşan bir toplumda, kanaate ve bilince dayanan bir uzlaşma yerine, ancak kanuna dayalı
zoraki bir birliktelik söz konusu olabilir.
Sosyal bilimlerdeki rölatif bilgi ve değerler sunulurken, bu tür bilgilerin doğasından
kaynaklanan antitez versiyonlarını mutlaka vermek gereklidir. Mesela, kapitalizmin ne
olduğu öğretilirken, bunun karşıtı olan komünizm de orijinal metinlerinden verilmelidir. Dinin
ve inancın insan yaşamındaki yeri ve önemi anlatılırken, bir dinsizin ve ateistin din karşıtı
görüşlerine aynı samimiyetle yer verilmelidir. Böylece, öğrencinin, din ve inanç hususunda
seçim yapması, kendisine bırakılmalıdır. Böyle bir özgür ortamda bilincini zenginleştiren
öğrenci, kendi adına bir seçim yaparken, kendisinden farklı bir seçim yapan arkadaşına bu
hakkı tanır. Kendisinden daha farklı bir karar verdiği için ona düşman olmaz. Onlara bir arada
tutan özgürlüktür, bireysel bağımsızlıktır. Özgürlüğün sağladığı beraberlik ve dayanışma, bir
doğmada ittifak etmekten daha güçlü ve daha insancadır.
Çağdaş eğitimde gözetilmesi gereken diğer bir husus da, insan kıymetinin her şeyin
üstünde tutulmasıdır. Sami dinlerindeki tevazu prensibi ve tanrı huzurunda insanın hiçliği
inancı, hiçbir zaman, insan değerinin kaybına yol açmaması gerekir. Mesela Aristo etiğinde
savunulan, bireyin kendini yüce bir varlık ve değerli bir kişilik saymasına izin verilmesi,
böylece insanlar arası saygı ve sevginin artmasının sağlanması, eğitimin bir prensibi haline
getirilebilir. Bunun bir anlamı, insandan daha kıymetli bilinen kutsal kavram ve nesnelerin,
insan karşısında değer kaybetmesi demektir. Çünkü bir kültürde insanın kendisi yerine, ihdas
ettiği kavram ve varlıklar, insandan daha büyük kıymet kazanırlarsa, kendisi bundan zarar
görür. O sanal kutsallıkların altında ezilir. Onlara kendini kurban eder. Bu, pek fark edilmeyen
bir intihar türüdür.
Bir insan kutsallara feda edilmeyeceği gibi, başka bir insana da feda edilmemelidir.
İnsanüstü vasıflarla nitelenen bir insan, diğer tüm insanlara haksızlık eder. Kimse kimseden
üstün değildir. Üstünlük ancak erdemle mümkündür. Bu erdem de ancak insanca bir erdemdir.
İnsan kapasitesini aşan tanrısal erdemler şaibeli erdemlerdir. Bir insan her bakımdan
erdemli de olamaz. Bazı hususlarda diğer bir insandan ileri iken diğer bir konuda geridir.
İnsanın zaaflarla donatılmış olması, insan olmasının esasındandır. Bir insanın zaaflarından
bahsedilmiyorsa, iyilikleri de şüphe altında kalır. Bir kişiliğin komple tarifi, iyi ve kötü haslet
ve eylemlerinin bir arada dökümünden ibarettir. Tarihsel bir kişiliği veya dindar bir azizi
anlatırken, insan sınırını aşmamak gerekir. Sınırı zorlayan anlatımlar, gençler üzerinde bir
baskıya dönüşür; onu, bilinçsel köleliğe sürükler. Bir insanı melekler seviyesine yüceltip
taltif etmek, insanlık adına yüz karasıdır. İnsanlığa çok şey kaybettirir.

Etik değerlerin anlatımına gelince, her şeyden önce ahlaki erdemlerin teorik değil,
pratik bir alan olduğunu bilmek gerekir. Etik tavır ve fillere sahip olmayan bir ahlak hocası,
etik konuların felsefi esaslarını, teorik olarak ne kadar anlatırsa anlatsın, öğrenciye faydası
olmaz. Diğer taraftan, erdemli tavır ve davranış sahibi bir öğretmen, hangi dersin hocası
olursa olsun, öğrenci üzerinde daha etkilidir.
Ahlak konusunda söylenecek başka bir söz ise, taklit ahlakıdır. Etik davranışı görüp
ondan etkilenmek, etik kişiliği geliştirmek için esastır. Etiğin teorik bir disiplin olmadığını
söyledik. Etik, hareketlerle ilgilidir. Ancak bir etik davranışın aynısını taklit etmek, etik bir
hareketin tekrarlanması demek değildir. Etik bir fiili gözlemleyen bir kişinin, bu davranıştan
alacağı şey, etik kuraldır. Yani, karşıdaki kişiyi bu davranışa sürükleyen ahlak kuralını
yakalamaktır. Yoksa davranışın görünür tarafını algılayıp aynısın tekrarlamak değildir. Bu
sebeple, bir erdemli kişinin peşinden gitmekle erdemli olunmaz. Çünkü her erdemli davranış,
bireyin iradesinin ahlak kuralına uyması sonucu ortaya çıkan fiildir. Bu fiil yenidir ve benzeri
yoktur. Dolayısıyla, tüm ahlaki eylemler, aynı kurala bağlı olmakla beraber, birbirinin aynısı
değildir. Sonuç olarak diyebiliriz ki, ahlak eğitiminde, taklit ve pragmatik sonuçlara dayanan
eğitimden vazgeçip, ahlak yasasını esas alan bir yetiştirme modeline geçmek gereklidir
kanaatindeyim.
Çağdaş eğitim konusunda söylenebilecek başka bir husus ise, kültürlerin birbirine
bu kadar yaklaştığı bir çağda, ulusal değer ve yerel hasletlerden küresel değerlere geçiş
zorunluluğudur. Başka kültürlerdeki insanlarla kaynaşıp kardeşçe birlikte yaşamak için,
ulusal değerleri üstün tutup yabancı medeniyetleri hor gören bir eğitimi artık bırakmak
lazımdır. Tarihte geçmiş olan savaş ve anlaşmazlıkları canlı tutarak, milletler arasında kin
ve nefreti beslemek, ideal bir insanı yetiştirme amacına ters düşmektir. Bu konuda yapılması
gereken şey, tarih kitaplarının, insanları ve barışı seven, temiz ruhlu tarihçiler tarafından,
yeniden yazılmasıdır.

Kaynaklar

ULUSLARARASI EĞİTİM FELSEFESİ KONGRESİ
International Congress on Philosophy of Education

Eğitim-Bir-Sen

Kategoriler : EĞİTİCİ YAZILAR